Bugün Ne İzledim - JaguaR

JaguaR [Uzman] 05-03-2021 08:23
Hemen en baştan belirteyim, bu bir remake. Jorge Michel Grau'nun hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği 2010 Meksika yapımı Somos lo que hay isimli filminin yeniden çevrimi ve Hollywood uyarlaması. İki filmi kıyaslamayacağım, 2 nedeni var. Birinci neden orijinal film hakkında duygularım (bunlara da değinmeyeceğim) diğer neden ise iki film arasında çok önemli farklılıklar olması. Her iki filmde yamyam bir ailenin (bir ebeveyn ve 3 çocuktan oluşan) ebeveynlerden birisinin filmin en başında ölmesiyle (ilk filmde baba, ikincisinde anne ölüyor) ailenin yaşadığı çok önemli kırılma ve sonrasında gelişen çok trajik ve yıkıcı olaylar sonrası çözülmesini anlatıyor. Bu ana çatı haricinde iki filmin birbiriyle ortak noktası çok az. Yönetmen Jim Mickle, orijinal filmi çok farklı şekilde yorumlamış ve hollywood'un klişe unsurlarını da bolca ilave etmeyi ihmal etmemiş.
Kendi halinde sessiz, sakin, mütevazı bir aile görüntüsü veren Parkerlar, evde önemli bir unsur olduğunu anladığımız annenin filmin en başındaki trajik ölümü ile ciddi şekilde sarsılır. Bu gelişme, aileyi çok sıkı, disiplinli ve katı şekilde yöneten aile reisi Frank'in üzerindeki baskıyı fazlasıyla artırır (bu rolde Bill Sage gayet başarılı). Atalarının gizemli bir geleniğini sürdürmeye kararlı olan babaya çocuklar itaat eder görünürken, ortanca çocuk Rose (bu rolde Julia Garner muhteşem ve hatta iddia ediyorum filmi ayakta tutan iki oyuncudan birisi) bazı şeyleri fark etmeye ve sorgulamaya başlar. Anneye yapılan otopsi sonrasında ufak bir detay (!) bu aşamadan sonra geri döndürülemez gelişmelerin başlangıcına, geçmiş ile hesaplaşması olanların harekete geçmesine ve Parker ailesinin ciddi bir sınavdan geçmeye başlamasının da tetikleyicisi olur.
Küçük yerleşim yerlerindeki sırlar, çok katı gelenekler, inanç meselesindeki sapkınlar, bu tür yerlerde sert kabuğu kırıp çıkış yolu arayan çaresiz bireyler sinema sektörünün büyük bir hevesle ilgilendiği konularından birisidir. Konuyla uyumlu atmosferin yaratılmasıyla ortaya çıkarılacak ürün için her türlü koşul sağlanmış olur. Ama işte bu noktada bazı ufak dokunuşların, doğru tercihlerin ve bence en önemlisi anlatım tarzının önemi çok büyüktür. Yani elinizdeki kusursuz malzeme ile her zaman iyi sonuç alacağınız garanti değildir. Bu film de maalesef bu önemli fırsatları kaçırıyor. Yerli ortamlarda yazılmış olumlu yorumlar açıkçası beni beklentiye sokmuştu, ancak beklediğimi bulamadım, olumlu yorum yazanlarla aynı fikirde değilim. Filmin önemli bir tempo sorunu var, bu slow (yavaş) film olması ile de alakalı değil. Neredeyse ağır çekim modunda çekilmiş film yavaş filmlerdeki aslında hayli dolu olan hacime sahip değil, sinematografisi kötü olmamasına rağmen anlatım tekniği hayli sıkıntılı. Konunun zaten çok dramatik, sarsıcı olmasından dolayı bir de böyle bir handikapa girilmesi izleyicide ciddi bir sıkıntı yaratıyor, bu nedenledir ki imdb puanı 5.9'da kalmış. Bill Sage ve Julia Garner'ın çok iyi oyunculukları da olmasa filmi 3-4 puanla uğurlardık muhtemelen. Bu iki oyuncunun da yer aldığı her sahne çok etkileyici ama diğer oyuncuların vasıfsızlığı, yönetmenin bunaltıcı anlatım tekniği, finalin aşırı saçma şekilde kurgulanmış olması (masa sahnesi) filmi başarısız kılmış. Bu özensiz anlatıma klişeler de eklenince filmin aldığı puan gayet doğru bir seviyede.
5.7 / 10 (iki oyuncunun hatırına)


JaguaR [Uzman] 02-03-2021 08:47
Rahmetli Kemal Sunal'ın bir dönem çektiği peş peşe filmler var hepimiz biliyorsunuz. Üçkağıtçılığın, uyanıklığın, garibanlığın, çaresizliğin ve benzer pek çok konunun ele alındığı müthiş toplumsal hicivlerdir. Bu nedenle günümüzde bu filmleri linç etmek isteyen bir kesim var, niyetleri belli ama konumuz bu değil. Bu çarpıcı konu sadece bize has bir şey değil, en başta edebiyat olmak üzere yüzlerce yıldır sanatın ilgi alanına girmiş bir meseledir. Dünyanın her yerinden benzer hikayelere denk gelebilirsiniz.
Senegal sinemasından bu müthiş film de böyle bir meseleye değiniyor. Okuma yazma bilmeyen Senegalli bir adam olan İbrahima'ya hiç beklenmedik bir anda Fransa’da çalışan kuzeninden 250 franklık bir havale gelir. İbrahima paranın bir kısmını kendisi için, bir kısmını kız kardeşi için saklamaya karar verir lakin bu havale haberi komşuları arasında hızla yayılır ve para pek çok kişinin hedefi haline gelir. Parayı bozdurmaya çalışan İbrahima, kimlik kartı olmaması sebebiyle Senegal’in bürokrasisi içerisinde dolanmak zorundadır. İşler giderek karışırken borçlar ve alacaklılar hızla artmaya başlar.
Şu yaşıma geldikten sonra anladığım bir gerçek var: bürokrasi denen çarkın halkın yararına olmayıp aksine halkın elindekini de bir şekilde almak, bunu yaparken de kademe kademe yasal bir soygun için zemin hazırlanmasıdır. Bildiğiniz nitelikli ve devlet eliyle dolandırıcılıktır. Bürokrasinin kirli zincirleri ile birkaç kez cebelleş olmuş birisi olarak bu kirli düzeni tanıma şansı buldum. Kafka'nın da ele aldığı dünyaca tanınan çok değerli eserler vardır. Kitaplara az çok aşina olanlar bilir. Bürokrasi aslında toplumun en alt seviyesinden devletin en tepesine kadar ulaşan zincirin çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu ve ikiyüzlülüğünü de ortaya koyar ve bu nedenle de tüm sanat tarihi boyunca ele alınmıştır ve alınacaktır.
The Criterion Collection'dan çıkmış bu film ama ben Criterion'ın kaliteli kopyasına ulaşamadım.


JaguaR [Uzman] 26-02-2021 07:33
Julia Garner, çok gecikmeli olarak radarıma giren bir oyuncu. Meğer 2010'lardan beri piyasadaymış. 10 yıl kadar önce izlediğim Martha Marcy May Marlene (2011) filminde oynuyormuş mesela. O vakitler henüz 15-16 yaşlarında olduğu için yan bir rolde olduğu için dikkatimi çekmemişti. Julia Garner'ı ilk tanımam Ozark ile oldu. Dizideki oyunculuğuna hayran kaldım. Sonradan bu rolüyle Emmy aldığını öğrendim. Her türlü hak edilmiş bir ödül. Julia, ağırlıklı olarak dizilerde oynayan bir oyuncu, epey az film de oynamış. The Perks of Being a Wallflower'da da oynamış. Martha May Marlene'den sonra oynadığı 2. uzun metrajlı filmi. Ve o film ile Electrick Children arasında bir ortak yan var. Amerikada bolca bulunan tarikatlardan bir tanesi ilk çıkış noktası. Martha May Marlene'de bulaştığı tarikattan ve karizmatik tarikat liderinden kurtulmak için çabalarken hayatı alt üst olan bir kızın hikayesi anlatılırken, Electrick Children'da yine amerikanın en meşhur ortodoks tarikatlarından birisi olan mormon'lar ilk çıkış noktası.
Filmde mormon bir ailenin kızı olan ve rock müzik dinlediği için hamile kaldığına inanan 15 yaşındaki Rachel karakteri ana merkezde. Kızlarının hamile olduğunu öğrendikten sonra aile hızlı bir evlilik ayarlar, ancak Rachel bunu kabullenmeyip evden kaçar ve çocuğunun babasını aramak için Las Vegas'a yolculuğa çıkar.
Etkileyici bir yol filmi var karşımızda. Rachel'in hamile kalma kısmı filmde gösterilmiyor ancak anlıyor ve kahroluyorsunuz. Oyuncu uyumları gayet yerinde. Finalinde bir de sürpriz içeriyor.
Filmin müzikleri önemli bir yer ediyor filmde. Buna neden çok önem verildiğini biraz araştırınca öğreniyorsunuz: yönetmen Rebecca Thomas (kendisi Stranger Things'in yönetmeni), müziğe aşık birisi ve indie müzik grubu olan The Moth and the Flame'in müzisyeni Mark Garbett ile evli. Bu arkadaş geri vokal yapıyor, keyboard ve synthesizer kullanarak katkıda bulunuyor gruba.
Hollywood sinemasında bu tür minimal, naif, bağımsız havası veren filmlere denk gelmek hoş bir şey. Tüm o şaşaa, gösteriş, patırtı kütürdü, tanıtım bombardının dışında kalan ve izlerken sarsan etkileyen kimi zaman huzur veren filmler görmek mutluluk verici.
7.2 / 10


JaguaR [Uzman] 23-02-2021 12:27
Kendimle ilgili olarak epey geç keşfettiğim bir şey var. Bugüne dek sürekli en sevdiğim tarz, tür gibi sınıflandırılmış bir biçimi belirleme arayışım oldu. Ama aslında sevdiğim şeylerin sınıflandırılmasını yanlış şekilde aradığımı, mevcut sınıflandırmaların çok genel ve çok standart olduğunu fark ettim,. Misal en geç fark ettiğim şey, sevdiğim türlerden bir tanesinin Aile Dramaları olduğunu fark ettim. Genel tarz/tür isimlendirmelerinde buna rastlamazsınız genel sınıfların kimi zaman alt türleri, tarzları vardır. İşte ben hep bütüne baktığım için bunu görmem epey zamanımı aldı. Sevdiğim türde çok film yapıldığı için ve de çok çok fazla film izlediğim için içlerinde gerçekten çok beğendiğim, zaman zaman birkaç kez izlediğim, yıllardır unutmadığım filmler var. Bu film de onlar arasına dahil olur mu bunu zaman gösterecek, bende kalan tortusuna bağlı. Ama izlerken keyifle izlediğimi belirtmem lazım.
Bu filme, Indiewire'ın 2020'nin Görmeniz Gereken 20 Gözden Kaçmış Bağımsız Filmleri listesinde denk geldim. Konusu ilgimi çekti, yorumlar olumluydu ve izlemeye karar verdim, çok da iyi yapmışım bu kararı vermekle. Gerçi diyeceksiniz ki kanserli kız teması son yıllarda sıklıkla kullanıldı. Ama takdir edersiniz ki başka bir sürü tema zaten sürekli olarak filmlerde kullanılıyor. Yepyeni bir şeyler üretmenin giderek zorlaştığı çağdayız. Bunu aşabilecek yegane konu bence bilim kurgular, evrende çok daha hızlı keşifler yapma çağına girdik, bu sayede yepyeni dünyalar, bambaşka yenilikler seyirciye sunulabilecek. Ama giderek yaşlanan gezegenimizdeki insanlık halleriyle alakalı konuları neredeyse bitirdik tükettik. Son 20 yıldır çekilen filmlerin önemli bir kısmı da yeniden çevrim. Klasik filmleri izlemeyen, bilmeyen, araştırmayan seyirci de önüne getirilen şeyleri yeni diye izliyor.
Filmin konusuna gelirsek; Milla henüz 15 yaşındadır, kanser hastasıdır. Tren istasyonunda karşılaştığı kendisinden 10 yaş büyük evsiz bir torbacı olan Moses (bu rolü Toby Wallace oynuyor ve bu dediğimi unutmayın bu çocuk geleceğin yıldızlarından, Hollywood'a transferi yakındır) ile kısa sürede yakınlaşır ve bu genci eve getirir. Kızlarının durumundan dolayı perişan durumda olan aile onu kırmamak için bir gece kalmasına razı gelir (kızın odasında değil tabii, salondaki koltukta). Çocuk kısa sürede aileye kendisini sevdirir, Milla ile daha da yakınlaşırlar. Lakin Moses ile Mila arasındaki büyük yaş farkı, Milla'nın yaklaşan kaçınılmaz sonu, Moses'ın kendi ailesi ile çok ciddi sorunları, ebeyevnlerin giderek çaresizleşmeleri keyifli anların kısa sürede sona ermesine ve dramatik anların hızla yaklaşması ile olaylar gelişir.
Avusturalya sinemasını hep sevmişimdir. Bugüne dek izlediğim çok sayıda Avusturalya filminin çoğununu da çok sevdim. Bu film de onlar arasında yerini aldı. Holivud ve kimi zaman Avrupa sineması artık öyle gına getiriyor ki farklı ülkelerden filmler izlemek müthiş bir keyif ve soluk alma imkanı veriyor bana. Sadece holivud filmleri izleyen güruhun hangi kafayla yaşadığını hiçbir zaman da anlamadım. Çok şükür ki sadece Holivud sineması izleyen birisi değilim.
7.5 / 10


JaguaR [Uzman] 21-02-2021 07:28
"ABD'nin "arka bahçesinde" bir şeyler oluyor. Latin Amerika'da bugün olanları anlamak için geçmişi öğrenmek gerekiyor. Bu kahırlı kıtanın, kendi kesik damarlarını teker teker dikip, yıllarca sömürülen kaynaklarını asıl sahiplerine iade ettiği bugünlerde, başka bir dünya hayali kuranlara Eduardo Galeano bu kitapla kılavuzluk edecek. Latin Amerika tarihi bakımından önemli başvuru kaynakları arasında yer alan bu kitap koca bir kıtanın nasıl talan edildiğini, beş yüz yıllık sömürge ve emperyalizm geçmişini çarpıcı bir dille, bilimsel verilere dayanarak ve tüm gerçekliğiyle anlatıyor."
Eduardo Galeano'nun "Latin Amerika'nın Kesik Damarları" isimli muhteşem eserinin tanıtımında geçer bu cümleler. Galeano, Güney Amerika'nın makûs talihinin (ve tarihinin) müthiş şekilde özetler bu kitabında. Ve aslında bu kadersizlik hali çok yakın zamana dek bu sürmüştür ve hatta halen sürdüğü bile iddia edilebilir. Soğuk savaş döneminde ABD'nin dünyanın pek çok yerindeki eli kanlı gizli müdahalelerini saymaya gerek yok sanırım. Kore, Vietnam gibi açık örnekleri kastetmiyorum. El altından desteklediği korkunç askeri darbelerden bahsediyorum. Güney Amerika'nın yakın tarihinde de çok kanlı, korkunç darbelerin arkasında ABD vardı. Güney Amerika'nın kapitalist/emperyalist düzenden uzaklaşmasını engellemek için askerleri kukla gibi yönlendirildi, binlerce insan yok edildi, hapsedildi ve pek çok kişi de sürgün hayatına mahkum oldu. Şili'deki yıkıcı askeri darbe ise en çok üzüldüklerimden. Halkın kendi iradesi ile seçtiği Salvador Allende'nin kalleş bir darbe ile yıkılması ve akabinde ölümü (bu konudaki belirsizliği bu belgeselde nihayet öğrenebildim) sonrasında yine baskılar, acılar ve sürgünler. Allende ailesi de bundan nasibini alıp ailenin sürgüne gitmesi ile sonuçların. 1980'lerin sonunda darbeci Pinochet'nin ölmesi sonrasında ülke nefes almaya başlar ve Allende ailesinin bir kısmı ülkeye geri dönme şansı bulur.
Allende'nin torunu Marcia Tambutti Allende'nin çektiği belgesel film, aileye odaklanıyor. Salvador'un halen yaşayan eşi, çocukları, torunlarını dinliyoruz. Darbe sonrası aile hiç konuşmama kararı alıyor. Marcia Tambutti Allende ise bunu kırabilmek ve ailenin yaşadıklarını, duygularını bizlere aktarmak için epeyce çabalıyor. Ailenin uzun süreli suskunluğu kırmak kolay değil. Aile dışından birisinin bunu yapması da mümkün değil. O nedenle aile içinden birisinin buna kalkışması doğru bir hamle olmuş. Çok özel açıklamalara tanık oluyoruz, çok sayıda aile albümünden fotoğraflar izliyoruz, ailenin yaşadığı yerleri görüyoruz. Ben izlerken çok etkilendim. Darbe ile hayatları alt üst olmuş çok sayıda aile var. Allende ailesi en azından bir bütün ve sağ olarak hayatta kalmayı başarmış. Yok edilmiş hanedanlıkları düşününce şanslı olduklarını anlıyorsunuz.
7.5 / 10
p.s. Vitalina Varela filmini dün gece bitiremedim, az bir kısmı kaldı, gündüz aydınlığında izlenmesi mümkün olmadığı için gündüz izleyemedim. Umarım bu gece izlerim. Yorum bekleyenler meraklanmasın. 10 yılımı verdiğim bir hobimle çok bağlantılı bu yapım.


JaguaR [Uzman] 19-02-2021 06:24
Netflix filmleri burada yorumlanıyor mu bilmiyorum ama sonuçta elimizdeki malzeme bir sinema filmi. Azılı bir sinefil olarak hemen türden film izlediğim için dijital platformlardaki filmleri de izliyorum. Bu filmden önce 2 tane Filipinler sinemasına ait (liste) filmi izledim üzerine Keisuke Kinoshita'nın dram savaş klasiğini izledim sonra yolum bu filme düştü. Sinefiller film öğütücü olmalarına rağmen çok tuhaf şekilde elitist görülürler, buna da her zaman gülerim. Geceye de hayli ağır bir film olan Pedro Costa'nın Vitalina Varela'sını gecikmeli de olsa izlemek arzusundayım. Rotamın nasıl değişken olduğunu en baştan anlatayım ki hakkımda yanlış izlenimler edinilmesin.
Rosamund Pike'ı Gone Girl'den beri severim. O filmdeki oyunculuğunu herkes takdir etmişti. Bazı roller bazı oyuncuların kumaşına çok yakışır, hatta doğru bir ifadeyle cuk oturur. Femme fatale rollerinin altından kalkmak sanıldığı gibi kolay değildir. Tabii Rosamund Pike sürekli bu tarz rollerde oynayıp bu kıyafeti sürekli üzerinde taşımak istemedi. Pek çok dizide yer aldı, geçen sene State of the Union 'ı çok büyük bir keyifle izlemiştim.
Gelelim filmimize. Filmde bazı önemli isimler var. Bir dönemin kayda değer karakter oyuncusu Oscar ödüllü Dianne Wiest hayli yaşlanmış haliyle çok az ön plana çıkıyor. Game of Thrones 'un Tyrion Lannister'ı Peter Dinklage önemli bir rolde. Rosamund Pike'ın ortağı ve sevgilisi Eiza González, Baby Driver, Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw (2019), Godzilla vs. Kong (2021) gibi blockbuster'larda oynamış ama fark edilmediği açık bir oyuncu, Asia Argento'nun gençlik halini andırıyor.
Filmin hikayesine gelirsek, Amerikan fırsatlar sisteminin müthiş bir açığını bulmuş ve yasal dolandırıcılık sistemi kurmuş Marla Grayson, yaşlı insanların mahkeme tarafından koruyucusu olarak atadığı bir uzmandır. Fakat burada ince ve hassas bir nokta vardır. Bu yaşlıların tamamı servet sahibidir. Marta vasilik yaparken bu servetlerden önemli bir pay edinmektedir, çoğu da yasal şekilde. Filmin en başında bu müthiş tezgahı görünce çoğu seyircinin çılgına döndüğüne eminim. Elbette azınlıkta olanlar da bundan bana da ekmek çıkar mı diye düşünür, sonuçta herkes içindeki iyilik ve kötülükten hangisine ağırlık vereceğine kendisi karar veriyor (bir insanın ne tümüyle iyi ne de tümüyle kötü olduğunu düşünüyorum. En kötü insanda bile minicik iyilik olduğu gibi, en iyi insanda bile ufacık bir kötülük vardır).
Marla Grayson ve ortağının planları gayet güzel işlemekte ve servetine servet katmaktadır. Ancak son avlarının çantada keklik olmadığını kısa sürede anlayacaklardır. Filmin ivme kazandığı ve giderek sürükleyici hale gelmeye başladığı an da bu aşamadan itibaren başlıyor zaten.
Pekii karşımızda bir Gone Girl mü var? Elbette hayır. Ancak pandemi, giderek stres altına giren insanlar, geçim sıkıntısı çeken, tüm bu sorunların iş, aile ve yaşadığı çevreye yansıdığı ve toplu bir sinir harbine girildiği dönemde bu tür kafa dağıtıcı, izledikten sonra etkisi fazla sürmeyecek filmler izlemek gerektiğini düşünüyorum. Eskiden böyle düşünmezdim ama her çağın kendi yarattığı atmosferin koşulları izlediğimiz filmlerdeki tercihlerimizi de belirliyor. Tıka basa metaforlarla dolu (ki böyle olduğunu okuduğum Yol Kenarı'nı izlemek istiyorum) bir filmi izlemek için kafanızın hayli boş, rahat olması ve başka dertleri düşünmüyor olmanız lazım.
6.9 / 10


JaguaR [Uzman] 06-09-2020 10:27
2. Dünya Savaşı Amerikan filmleri genellikle milliyetçi duygularla pompalanır. Düşman alabildiğine aşağılanır, vatan millet florida gazıyla filmler toplumun gazını almak için süspanse edilir. Çok az film savaşın gerçeklerini, insan psikolojisini ve dramalarını ele alır. İşte bu film bu ikinci türden bir yapım. Dahası muhteşem bir mizah unsuru içeriyor. Bu nedenle de 1955 yapımı olmasına rağmen eskimeyecek, unutulmayacak ve her zaman alkışlanacak ve sinema listelerinde yer alacak bir yapım. Bu filmi bu kadar geç fark etmiş olmak da benim adıma üzücü tabii.
Filmin kısa özeti şöyle: Thomas Heggen'in romanından uyarlanan film 2 Dünya Savaşının sonlarında Pasifik'te yol alan bir kargo gemisi mürettebatının yaşadığı olayları ele alıyor. Yazar savaş sırasında donanmada teğmen olarak görev almış. Sıradan bir kargo gemisinden nasıl böyle şahane bir film üretilmiş diye düşünülebilir, ben başta öyle düşündüm, ama izlemeye başladıktan kısa süre sonra fikirlerim hızla değişti. Film genel olarak tüm mürettabatın hikayesini anlatıyor olsa da özelinde ana karakter Mister Roberts üzerine odaklanıyor ve onun çok dramatik bir çaresizlik içerisinde olmasına rağmen vicdanlı gayretlerini, insanlığını, adam gibi adam olmasının hikayesini izliyoruz. Diğer karakterler de vicdansız, insafsız, basiretsiz bir kaptanı, emekliliğini bekleyen iyi niyetli bir doktoru, tembel, çapkın, şapşal ama aslında yetenekli bir subay yer alıyor. Mürettebat ise hikayenin tamamlayıcı unsuru. Filmin en eğlenceli kısmı olan izin dönüşü kısımda hepsi rollerinin hakkını veriyor.
Filmin yönetmeni John Ford. Adını duymayan yoktur herhalde (sadece 21. yüzyıl filmleri izleyen ergen ya da yaşı geçkin olmasına rağmen ergen kafasındakiler hariç elbette). Mister Roberts yani Teğmen Douglas A. Roberts rolünde Henry Fonda muhteşem. Ben kendisini, Amerikan sinema tarihinin en önemli, en yetenekli ve en iyi oyuncularından birisi kabul ederim. Doktor ve kaptan rollerinde 1930'ların en gözde 2 oyuncusu yer alıyor. 1930'lar sinemasına çok hakimim her iki oyuncunun yaşlılık hallerini görünce epey duygulandım. Ama her ikisi de holivud sinema tarihinin en görkemli döneminden geldikleri için kusursuz oynamışlar.
Filmi o kadar sevdim ki biter bitmez ik 15 dakikasını yeniden izledim. Tekrar tekrar izleyebileceğim filmler arasında yerini aldı.
Üzücü olan şey ise Kazablanka filminin üçte biri kadar bile isminin anılmaması. Bu ciddi bir haksızlık. Gerçek bir klasik.
filmden ilginç detaylar - imdb'den çevirdim (parantez içindekiler kendi fikirlerim)
- Yönetmen John Ford ve James Cagney daha film başlamadan sürtüşmüşler. Cagney setteki ilk sahnesinde yönetmene atarlanmış. (Bana kalırsa John Ford çok kurnaz adam, sırf oyuncuyu bu huysuz role hazırlamak için tasarladığı kurnazca bir plan bu)
- Kaptan Morton (James Cagney) ile Jack Lemmon'un filmde çok komik bir sahnesi var. Kaptan Morton sürekli kendisinden saklanan Asteğmen Pulver (Jack Lemmon) ile güvertede karşılaşır. Kaptan onu ilk kez görüyordur ve şok olur. Sen kimsin diye sorar, adını rütbesini görevini öğrenir. Sonra "sen ne zamandır gemidesin?" diye sorar. Asteğmen Pulver de "14 aydır" der. Kaptan dumur olur, epey komik sahne. Ama bu sahnenin çekilmesi defalarca çekimden sonra gerçekleşir çünkü Jack Lemmın her seferinde gülme krizine girer.
- Henry Fonda'yı daha genç göstermek amacıyla yan karakterler yaşlı oyunculardan seçilmiş (Jack Lemmon hariç). Ama dikkatli gözler Henry Fonda'nın son derece fit ve zayıf olmasına rağmen yaşını (50) saklayamadığını fark edecektir. En başta bu rol için Henry Fonda düşünülmemiş zaten, yapımcılar Marlın Brando'yu istiyormuş ama o sırada Brando başka bir film için anlaşmış. Sonra Tyrone Power'ı düşünmüşler (ne büyük hata! o herif oynasa bu film izlenmezdi). John Ford, Henry Fonda için ısrar edince kabul etmek zorunda kalmışlar. Ama Ford ve Fonda film boyunca sürtüşmüşler, Fonda bu rolü Broadway'de oynadığı için role çok hakimmiş, Fonda -bence haklı olarak- kendi yorumunu katmak istemiş. Yapımcılar yönetmen ve oyuncuyu bir araya getirip uzlaşma sağlamak istemişler ama John Ford, Henry Fonda'nın ağzına bir yumruk çakmış. Bu olay birlikte çalıştıkları onca yıldan sonra dostluklarını sona erdirmiş. (ben de affetmezdim). John Ford filmden ayrılınca filmi tamamlamak başka bir dev isim Mervyn LeRoy'a kalmış.
- 1930'ların gözde oyuncusu William Powell'ın son filmidir bu. Kendi sahnelerini ezberlemekte çok zorlanmış. (Filmde yorgunluğu belli oluyor)
- Amerikan Donanması, huysuz kaptan rolü yüzünden filme destek olmak istememiş. Ancak yönetmen eski bir donanma kaptanı olduğu için Washington'daki dostlarını aramış ve işi bitirmiş. (tanıdık geldi mi?)
Filme dair imdb'de çok çok daha fazla detay bilgi var ama burada kesiyorum.


JaguaR [Uzman] 15-02-2019 07:09
8 / 10
Hemen en baştan söyleyeyim, Glenn Close'u uzun zamandır ortalıkta görememiştim, nasıl özlemişim. Kendisiyle ilk tanışmam pek çok kişi gibi Fatal Attraction filmiyle oldu ve açıkçası sonrası nedense pek gelmedi, bunda yapımcıların, yönetmenlerin tercihleri de söz konusudur muhakkak ama kendisiyle de ilişkili şeyler de vardır kesinlikle. Çok uzun bir aradan sonra bu filmi duyup isminin geçtiğini görünce ve bir de üzerine En İyi Kadın Oyuncu Oskarına aday olduğunu görünce epey heyecanlandım. Ne yapıp edip bir fırsat yaratıp filmi önceki gün izledim nihayet.
Gerçek şu ki, anlatım tekniği sade olan ve tek amacı derdini anlatmak olan filmler her zaman başarılı olur. Ve sanıldığı gibi hiç kolay değildir, sıradan insanların çok büyük çoğunluğu yalın işlerin kolay kotarıldığını düşünür ve hatta bazen küçümser ancak yalın işleri kotarmak usta işidir, maharet gerektirir, ustalaşmamış kişilerin üstesinden gelebileceği bir şey değildir asla! Bu açıdan filmin yalın anlatımı izlemeye başladıktan kısa süre sonra anlaşılabiliyor, lakin konusunu daha önceden hiç okumadığım için hikayenin nasıl şekilleneceğini ve sıkıcı olmaktan nasıl kurtulacağını dehşetle merak ettiğimi söylemem lazım. Ancak kısa süre sonra filmin ana teması olan gizemi çözülmeye başladı ve tüm konu bu çerçeve etrafında dönmeye başlayınca taşlar yerine oturdu ve filmin akıcı dili sayesinde çok keyifli bir seyirlik haline dönüştü, bu tür filmlerin nasıl başlayıp bittiğini fark edemediğimizi, zihnimizde zamanın hızlı bir şekilde aktığı şeklinde bir algı oluştuğunu söylememe gerek yoktur sanırım.
Glenn Close'un başarılı oyunculuğuna Jonathan Pryce'ın rolünün hakkını vererek eşlik ettiğini belirtmemiz lazım. Christian Slater'ın da kurnaz biyografi yazarı olarak çok başarılı bir casting tercihi olduğunu da söylemek gerekir. Gerçek bir oyunculuk gösterisi izlemek isteyenler için biçilmiş kaftan bu film. Ve umarım Glenn Close bu rolüyle oskar heykeline uzanır, oskar jürisinin tercihinin bu şekilde olacağını düşünmekteyim. Lady Gaga'nın önünde daha epeyce bir ömür var, şansını yeniden denemek için bolca fırsat bulabilir.
8/10


JaguaR [Uzman] 22-01-2019 09:40
7.5 / 10
Gambit için ilk söylenmesi gereken şey; gerek bizim ülkemizde gerekse dünyada çok ilgi görmüş Topkapı (1964) filminin gölgesinde kalmış olması. Tabii o dönemde sosyetik hırsızlık filmleri in çok revaçta olması ve iki film arasında sadece 2 yıl olması en önemli şanssızlığı, zira bildik bir temanın yinelenmesi söz konusu. Şahsen bildik temaların yinelenmesi konusunda ortalama seyirci ile aynı şeyleri düşünmüyorum, Sanatın her türlüsünün bir yinelenme olduğunu çok iyi bildiğim için kopyalar, çıkmalar, tıpkıbasımlar haricinde yinelenen temalara takılmam. Zira kimi zaman casting, filmin içindeki sürpriz unsurlar, anlatım tekniği ve pek çok şey beni cezbeder ve filmi sevmemi sağlar. İşte bu da o filmlerden birisi.
Shirley MacLane, dönemin unutulmaz aktrislerinden birisi, Kendine has aurası, hüzünlü gözleri ve sempatikliği ile pek çok seyirciyi kendine hayran bırakan bir oyuncu. Tabii Shirley MacLane benim için kesinlikle Irma La Douce'dur. Imdb her ne kadar The Apartment (1960), Terms of Endearment (1983), Steel Magnolias (1989) ve The Trouble with Harry (1955) ile tanınıyor dese de benim için kendisi kesinlikle Irma La Douce'dur. Çocukluğumda filmi TRT'de izledikten sonra benim için özel bir yer edinmesiyle ilintili elbette.
MacLane'e, bu filmde Michael Caine eşlik ediyor ve bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu ispat ediyor. Dönemin vazgeçilmez yardımcı oyuncularından Herbert Lom filmde tam da olması gereken bir rolde çok iyi iş çıkarıyor. Bu arada filme dair en çarpıcı şey ise şu: Shirley MacLane 29. dakikaya kadar sürekli gözükmesine rağmen hiç konuşmuyor, ağzından tek kelime çıkmıyor, bunun nedenini ancak bu dakikada anlıyoruz ve filmin de en sürprizli anlarından birisi. Bu dakikadan sonra film bambaşka bir hal alıyor ve finale dek sürükleyiciliğini koruyor. Lakin final sahnesindeki işi tatlıya bağlama meselesi can sıkıcı bir durum yaratırken son birkaç saniye ile gayrımemnun seyircinin gönlü alınıyor ve film yine sürprizli bir şekilde sona eriyor.
Bilmeyenler için yazalım, gambit satrançta rakibe karşı avantaj sağlamak için oyuncunun piyon veya diğer taşları feda ettiği açılışa verilen isim. Filmi izlerken neden bu ismin seçildiğini anlayacaksınız. Senaryo ilk olarak 1960 yılında yazılmış ve ana karakter olarak Cary Grant düşünülmüş, ancak sonradan Cary Grant projeden çekilmiş, senaryo değiştirilmiş ve ana karakter Shirley MacLane olmuş (çok da iyi olmuş). Michael Caine'in The Ipcress File (1965) filmini izleyen ve beğenen MacLane onun bu filmde yer almasını istemiş ve dahil olmasına vesile olmuş. Ancak Caine'in doğu Londralı aksanı nedeniyle senaryo üzerinde biraz daha tadilat gerekmiş.
Ve bu filmin bir enteresan özelliği daha var. Tam tamına 5 klasik Star Trek oyuncusu bu filmde yer almış, bu da filmi ayrıcalıklı yapan bir unsur olarak belirtiliyor.
Kendi adıma Technicolor renklerinin doyasıya keyfini çıkardığım bir film oldu. Elbette filmi tarihsel, politik ve toplumsal bakış açıları ile de değerlendirmek mümkün. Ancak arkeolojik ve doğal kaynaklar farkındalığının bazı ülkeler için hızlı ilerlemeye nasıl katkı sağladığı gerçeğinin altını çizmek gerekiyor.
Film Universal Stüdyolarında çekilmiş baştan sona. Bir Kuzey Afrika ülkesinde geçtiği farz edilen filmin çarşı, pazar sahneleri ve yerel halkı sizi kandırmasın, tamamen stüdyo kurgusu. Ancak gözümden kaçmayan bizi ilgilendiren çok önemli bir detay var filmde. Bir helikopter uçuşu sahnesinde arka planda 1960'ların İstanbul'u mevcut. Ekte göreceğiniz gibi önce Türk bayrağını fark ettim (1 saniye bile sürmüyor bu kısım) ve ardından Sultan Ahmet Cami ve Eminönü iskelesi ve vapurları görüyoruz.
7.5/10


JaguaR [Uzman] 11-01-2019 10:44
7.4 / 10
"Dönemine göre güzel film olabilir ama..." diye başlayan beylik tabir evet kesinlikle bazı filmler için geçerlidir, bazı filmler için geçersizdir. Geçersiz olanların illa ki klasik olması da gerekmez, yıllar sonra izlendiğinde keyif veriyorsa sadece dönemine has bir film değildir. Dönemini yansıtan unsurlar filmi eskiten unsurlar değildir, nasıl ki şu an ayıla bayıla izlediğimiz 2010'lu yıllar filmlerindeki kostümler, teknolojik cihazlar, toplumsal davranışlar 30-40 yıl sonra o dönemin kuşaklarına artık eskimiş gelecektir. Eski diye burun kıvırdığınız fimler o dönem günceli idi nedense bu hep gözardı edilir. Bir filmin dönemine göre güzel kalıp ileriye taşınamamasını belirleyen unsurlar bulunduğu dönemin kalıplarında sıkışması, evrensel ve insana dair kalıcı özellikleri içermemesi ile alakalıdır. Ve tabii anlatım tarzının çok etkileyici olması da buna ilave edilmelidir. Çoktan dünyadan göçüp gitmiş efsanevi yönetmenlerin isimlerini halen tekrar etmemizi sağlayan özellikler...
Amsterdamned, kült bir dönem haline getirilmiş olan 1980'lerin tüm özelliklerini taşıyan bir yapım. Kıyafetler, tavırlar, müzikler hemen hepsi filmin içerisinde mevcut, farklı bir atmosfer oluşturma ve tarihten soyutlama kaygısı yok. Filmin tek bir derdi var, sonuna dek sakladığı suspence'i son derece dinamik, tempolu ve akıcı şekilde anlatmak ve izleyiciye sunmak. Bunu gayet güzel de başarıyor. Finale dek çılgınca bir temposu var ve neredeyse hiç duraksamıyor. Sessiz filmlerdeki devinimi andıran ama daha çok çizgi roman havasını andıran bir havası var. Hatta biraz daha ileri gidip giallo özellikleri taşıdığını da söyleyebilirim. Avrupalı comic çizerleri sıkı şekilde takip ettiğim için böyle bir çıkarımda bulunuyorum. 1980'ler amerikan sinemasını pek sevdiğimi söyleyemem ancak son 15-20 yılda giderek kabızlaşan Avrupa sinemasının 1980'ler (ve hatta 1990'lar) döneminin yeri benim için ayrıdır. Elbette bu film bir arthouse film değil, felsefik kaygıları hiç yok, tümüyle bir polisiye yapım ve kendi janrında görevini gayet iyi yerine getiriyor ve izleyiciye keyifli ve heyecanlı bir vakit geçiriyor. Özellikle son çeyrekteki kanaldaki kovalamaca sahnesi unutulmaz bir bölüm.
Beklentileri yüksek tutmadan izlendiği takdirde iyi vakit geçirten bir film.
puan: 7.4/10
